15 Temmuz akşamı saat 22.30
civarında, uzun bir yolculuktan dönmüş evimin kapısından içeri adımımı atarken
kardeşim aradı, köprüyü askerlerin kestiğini söyledi. Televizyonu açıp
haberlere baktım. İki kamyon jandarma köprüyü sadece tek taraflı trafiğe
kapatmışlardı. Haberlerde başkaca bir gelişme de yoktu. “Herhalde büyük bir
terör saldırısı ihbarı var, köprüyü koruma görevi olan jandarma da görevini
yapıyor” diye düşündüm. O sırada darbe endişesiyle arayan bir arkadaşıma da
böyle söyledim ve ekledim: “Böyle bir şeye kalkışırlarsa sonları idam olur”.
Birazdan Başbakan’ın “bir kalkışma girişimi” beyanı geldi. Bir süre sonra da Cumhurbaşkanı, CNN’e görüntülü telefonla bağlanarak olayı teyit etti ve halkı meydanlara ve havaalanlarına çağırdı. Dokuz saat araba kullanmış ve çok yorgundum ama hemen elimi yüzümü yıkayıp Yeşilköy Havaalanı’na gitmek üzere tekrar arabaya atladım. Halkalı meydanından geçerken meydanı bomboş görünce biraz panikledim; Erdoğan’ın çağrısına rağmen kimsecikler yoktu. Radyoda ise açık bir darbe girişiminin acı haberleri arka arkaya verilmeye başlanmıştı.
Havaalanı sapağına gelince
meydanın neden bomboş olduğunu anladım: Bütün Halkalı havaalanı yoluna akmıştı.
Yol, gidiş geliş, kilometreler boyunca kilitlenmiş, insanlar arabaları terk
edip yollara dökülmüş, alana doğru yürüyüşe geçmişti. Ben de arabayı bırakıp
aralarına karıştım.
Bir süre sonra ileride bir zırhlı
aracı zapt edip üzerine çıkmış bir kalabalık gördüm. Etrafında da bir sürü
insan birikmişti ve sadece iki slogan atıyorlardı: “Recep Tayyip Erdoğan” ve “Ya
Allah Bismillah, Allahu Ekber”. Bir kişi aracın antenini kırmaya çalışınca
hep birlikte “Yapma, yapma!” diye bağırdık, hemen bıraktı. Oralarda geçirdiğim
saatler boyunca rastladığım tek “şiddet eylemi” de bu oldu. Üstelik nereden
geldiği belirsiz, sürekli silah sesleri altındayken.
Kimsenin yüzünde maskeler, elinde
taşlar, sopalar, sapanlar, molotoflar yoktu. Sadece Türk bayrakları vardı.
Kimse ne cam çerçeve indiriyor, ne bankamatiklere, mağazalara saldırıyor,
araçları ters çevirip yakıyor, ne de duvarlara küfürlü sloganlar yazıyordu. On
binler sadece “Allahu Ekber” nidalarıyla ve liderlerinin ismini haykırarak,
büyük bir inanç ve kararlılıkla, darbeye karşı yürüyordu.
Başörtülü teyzeler, cübbeli
sarıklı dedeler, mahallelerden bildiğimiz sıradan abiler, ablalar, genç kızlar,
delikanlılar; bakkal, manav, kasap, dar gelirli işçi… Kısaca yıllardır
makarna-kömür edebiyatıyla aşağılanan AK Parti tabanıydı sokaktaki kalabalık.
Bozkurt işareti yapan epeyce Ülkücü genç de vardı ama kahir çoğunluk Rabia
işareti yapan, Erdoğan diye feryat eden bu tabandı. (Bu arada hayatımda ilk
defa Ülkücülerle ortak bir eyleme katılmış oldum).
Gezi ayaklanmasında gördüğümüz profili ise tanklar sokağa inip halka
ateş açarken ortada göremedik. Güya özgürlük için ve “otoriterleşmeye karşı”
sokakları yakıp yıkan kitleden, otoriterliğin şahı tepemizde savaş jetlerini
uçururken ses çıkmadı. Cumhurbaşkanı kaldığı otelde bordo berelilerce
öldürülmek istendi, kamu binalarına, belediyelere, sivil halka helikopterlerden
ateş açıldı. Tanklar insanları ezdi, sivillere top atışı yaptı, darbeci
askerler halkı taradı. Meclis bombalandı, meclis! Ama başkanlık sistemine karşı
parlamenter sistemi savunanlar buna bile ses etmedi. Oysa işgal yıllarında
düşman orduları bile bunu yapmamıştı.
Sinema salonu kapanıyor diye ortalığı ayağa kaldıran sanatçılar bir
tweet bile atmadı darbeye karşı. Kurşunlanan halka otel kapılarını açan olmadı.
Ücretsiz wi-fi şifreleri, ihtiyaç listeleri sosyal medyadan yayınlanmadı,
“Yeryüzü Sofraları” kurulmadı. BBC, CNN International filan gelip darbeye
direnen halkı öven tek bir yayın yapmadı. Gezi’deki gibi 7-8 değil, birkaç saat
içinde 161 kişi katledildi, 1.500 kişi yaralandı da bir baş sağlığı bile
dilenmedi. Oysa tarihimizdeki en kanlı darbe girişimiydi bu. 12 Eylül’ün
vahşetinde bile, darbe anında bu yapılanlar yapılmamıştı. (İronik olansa bu
kadar kan döken cuntanın kendisine Yurtta Sulh Konseyi ismini vermesi).
Kimse kusura bakmasın, darbeye
karşı “Türkiye tek yürek” falan olmadı. Kuaförlü saçlarıyla “Cumhuriyet
kadınları”, tiyatrocular, mankenler, afili isimler uydurup birleşen sol
gruplar, yılların güya insan hakları aktivistleri filan yoktu sokakta. Aksine,
evlerinde oturup bunun Erdoğan’ın mizanseni bir tiyatro olduğunu yayıyorlardı
sosyal medyadan. Hatta (inanılır gibi değil ama) ömrünü “TC ordusu darbecidir,
Kürdistan’da işgalcidir” söylemiyle geçiren insan hakları aktivisti Eren
Keskin, “mağdur olan” darbeci askerleri İHD’ye başvurmaya davet etti!
Sol örgütler darbeye karşı sokağa
çağrı yapmadı. Kılıçdaroğlu meclisteki olağanüstü toplantıda karşı çıktı; ama
darbenin püskürtülmesini (ne alakaysa) parlamenter demokrasinin zaferi ilan
etti. CHP tabanını darbeye kitlesel bir karşı koyuşa çağırmadı. Demirtaş ve
Yüksekdağ meclise bile gitmedi. Yerlerine konuşan İdris Baluken, yine yalan
söyleyerek, darbe girişimini “hükümetin 7 Haziran sonrası Kürtlere karşı
başlattığı savaşa” bağladı. En ufak olayda Kürtleri sokağa dökülmeye çağıran
HDP, aynı Kürtlere “darbeye direnin” bile demedi.
Şimdi hepsi bir olmuş yok
Erdoğan’ın mizanseni, yok tiyatro diyerek, çıplak elleriyle tankları durduran
halkın direnişini itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Hasan Cemal gibiler de
“askeri darbe durduruldu; ama şimdi Erdoğan darbesi geliyor” yazıları döşenmeye
başladı bile. Apaçık darbeye direnmedikleri gibi arsızca, yüzsüzce homurdanıp
mızıldanmaktan başka bir işe yaramadılar. Türkiye’nin siyasi tarihinde hepsi
birer utanç vesikası olacaklar.
Oysa beğenmedikleri makarnacılar
daha ilk anda, 81 vilayette yüzbinlerle, sabahlara kadar sokaklara dökülüp
onların da, demokrasinin de geleceğini kurtardı. Ben ise 15 Temmuz Devrimi’nde
darbeye karşı yürüyen bu yüzbinlerin arasında bir damla olmaktan onur
duyuyorum. Ve darbeyi ilk duyduğunda “Bizim askerlerimiz mi yapmış baba?” diye
ağlayan oğluma, makarna devrimcileriyle o gece kazandığımız zaferi ömrüm
boyunca anlatacağım.
Cengiz Alğan
18.07.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder